Kanatlarındaki ağır yükle çöplük üzerinde uçup duruyorlardı. Birçoğunun, iğrenç kokusundan dolayı uğramadığı bu yerlere, kanatlarındaki ağır yükle uçuyorlardı. Her geçişlerinde, yanlarında getirdikleri polenleri serpiyorlardı çöp dağlarının üstüne. Bıkmadan, usanmadan, uçuyorlardı. Ve her uçuşları binbir damla ter ile taçlanıyordu minicik yüreklerinde.
Bıkmak onların kitaplarında yazmıyordu. Yorgunluk onlara göre değildi. Dinlenmek? Bilmezlerdi bal arıları. Çöp dağları yükseldikçe, onların azmine azim ekleniyordu. Uçuyorlardı yüreklerindeki taçları ve ufacık tebessümleriyle. Çölün en ücra kesiminden getirdikleri umut polenlerini döküp duruyorlardı bıkmadan. Biliyorlardı, biri bir çiçek açacaktı. Biliyorlardı, bir çöplükten bir altın doğacaktı. Biliyorlardı, bir ışık yükselecekti. Biliyorlardı. Nereden biliyorlardı, onu bilmiyorlardı. Onlar uçmakla vazifeliydiler. Çölün üstünden uçup en tenha, en ücradan getirdikleri yüklerini binbir umutla döküyorlardı her seferinde. Döküyorlardı binbir emekle. Yorgunluk bilmeyen kanatlarındaki ağır yükle uçuyorlardı yüzlerce sene. Binlerce sene de uçsalar, onlar için sorun değildi. Onlar görev adamıydılar. Biliyorlardı çünkü, ışığın doğacağını.
Çöl susuz gecelere gebe, çöplük gecesiz ölümlere gebe. Hayat memata gebe, memat sonsuzluğa gebe. Geçmiş gelecekte zuhur edecek, gelecek bilinmeyende. Bilinen unutulacak gelecekte, unutulacak gelecek bilinmeyende. Bal arıları da öyle. Kovansız, yurtsuz arılar, kanatlarındaki yükle unutulacaklar ama çiçekleri yüzbinlerce yıl açacak. Bunu diliyorlardı, bunu biliyorlardı, bilmediklerini unutarak. Bal arıları, gecesiz, gündüzsüz, ufacık kahramanlar. Abide gibi gövdeleriyle, minicik birer devasa umuttular. Her kanat çırpışları güneşin renklerine özlemdi. Her gittikleri mesafe gökyüzünün mavisine hasretti. Çöplük onların göreviydi, çiçek umutlarıydı. Bal arıları, koskoca bir dünyanın sessiz kahramanlarıydılar.
Bir gün, bir tufanla uçuşan tozların arasında, çölün ortasında, rüzgarın karşı konulamaz ağırlığında, birer birer göçtüler bal arıları. Bal arıları birer birer uçtular, rüzgarın ağır darbeleriyle. Çölün tozları, binbir emekle uçtukları çöplüğü kattı kocaman göbeğine. Çölün ihaneti çetindi, çölün hainliği kati idi. Ve çölün sevdasız geçmişi kahırdı geleceğin aydınlığına. Çöl, sapsarı kumlarını dağıtıverdi dört bir yana. Rüzgar, çölün yardımcısı. Çöplükten başını uzatmış minicik bir fide, rüzgarın şiddetiyle uçup bir bal arısının kanadına takılınca, görev adamı, bal arısı, bir damla gözyaşı ile durdurdu kanadını. Fide, arı, toz, toprak, karanlık, katran… Her şey birbirine karışıp göçtüler gayya kuyularına. Geride kocaman bir çöl, derin bir yalnızlık, delirtici bir sessizlik ve mutluluktan havalara uçuşan toz zerrecikleri kaldı. Güneş son kez battı sapsarı kumlar üstünde. Ve ikinci güneş doğdu, kupkuru topraklara, bir daha güneş göstermemek üzere…
Zavallı bal arıları. İkinci güneşlerin çelik gövdelerini nereden bileceklerdi? Bildikleri, bilmedikleriydi. Zavallıydılar çünkü.