İnsanoğlunun en büyük icadı nedir diye sorarsak, herkesten onlarca farklı söz gelir. Kimi bilgisayar der, kimi barut der, kimi kağıt der. Herkesin ortak bir noktada toplanması elbette zordur ama çoğunluk muhakkak yazı diyecektir. Evet, insanoğlunun en büyük icadı yazıdır. Yazıdan sonraki en büyük icadı ise, bana göre, bir arada yaşamayı öğrenmesi neticesinde ve toprağı da işlemesiyle beraber, şehirleşmeye başlaması olmuştur. Şehir, insanın bu dünyadaki en önemli icatlarından biridir. Ve çoğu insan icadı şey gibi, tabiata en büyük düşmanlardan da biri olmuştur.
Mimarlık, bol keseden sallanabilecek, ahkam kesilebilecek, atılıp tutulacak bir alan değildir. Hele ki bir mimarın, kafasında nöron yerine para taşıyan adamların birer “Te cetveli” olması dünyaya atılmış en büyük kazıktır. Şehirleşme, şehir planlama, para desteleri ile gerçekleştirilmemelidir. Çünkü şehir, sadece taştan, betondan, gürültüden ibaret, yaşanmaz ortamlar değillerdir ve olmamalılar. Şehirleri imar edenler müteahhitler de olmamalılar. Mimarlık işte bu yüzden önemlidir. Bir konut, bir ibadethane, bir kamu binası tasarlanırken, araziden maksimum fayda sağlanmaya çalışılırsa, Hong-Kong gibi taş üstüne taş dikilen, insanların birer kümes hayvanı gibi yaşadıkları şehirler ortaya çıkar. Mimar kişi, iyi bir sosyolog, iyi bir teolog, iyi bir tasarımcı, iyi bir psikolog olmalı, empatik düşünme kabiliyetine sahip, tabiatla meşguliyeti olan bir teknik insan olmalıdır. Bu kadar şeyi “şehir”in, bir iki günlük bir kullan at cihaz olmadığını, yüzyıllarca insanların barındığı birer insan adası olacağını söylemek istediğimdendir.
Şehir, bir toplumu şekillendiren en önemli unsurdur. Şehrin konumu, yaşayanların toplu hareket ettiği konular, topoğrafya, yerleşim hatta suyun bile olup olmaması şehirde yaşayanların karakterlerine etki eder. Gettoların oluştuğu, kolonilerin şekillendiği, komşusu açken tok yatmaktan imtina edenlerin, tok komşular bulunan muhitlere taşındıkları, trafiğin insanı azgınlaştırdığı ve empatiyi sıfırladığı, bir kere bile deniz görmemiş, sabah akşam, hafta içi hafta sonu çalışan ve bir şekilde yaşama tutunan insanların olduğu İstanbul, bugün çekilmez bir hal aldıysa işte bu sebepler yüzündendir. Yıllardır, para babalarının te cetveli olan ve mesleğini müteahhitlere satan mimarlar, rant rant diye nicesine sarılan siyasetçiler, insan üstüne insan yığmakta mahzur görmeyen yöneticiler, bugünkü iğrenç İstanbul tablosunun sebepleridir. Şehir, kanserli hücre gibi yaşamaya başladı farkediyor musunuz? Ve metastaz aşamasındaymış gibi ülkenin tüm şehirlerine sirayet ediyor. İstanbul ölüyor, bizi de öldürüyor. Sovyet Rusya’daki toplu konut mantığı, yarım asır sonra ülkemizde uygulanıyor. Yüksek binalar, gettolar, uydu kentler, dışarıya muhtaç olmayan ve 7/24 yaşamın döndüğü siteler, beton, beton, fazla beton, daha da fazla beton… İstanbul bir kanserli hücre haline geldi. Kadim dostlarına da sirayet ediyor artık. Bursa mesela. Mimar Sinan, ömrü hayatında bir kere bile çivi çakmamıştır Bursa’ya. Çünkü orayı korumak gibi bir derdi vardır. Bursa, Uludağ’ın eteklerine yerleşmiş ve ondan beslenen ufacık bir yavrudur belki onun gözünde. Evliya Çelebi Bursa için “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” dediğinde, bugünleri görseydi kesin kahrolurdu. Ahmet Hamdi, Bursa ovası hakkında “etrafı dağlarla çevrili olduğu ve ucu bucağı belli olduğu için gözü yormaz” minvalinde şeyler söylerken, bugünü görseydi ağlardı herhalde. Koca koca sanayi siteleri, suyu firmalara peşkeş çekilmiş bir dağ, rüzgarının önüne TOKİ setleri çekilmiş Ulucami ve diğerleri. Bursa’yı el birliği ile öldürüp TOKİ ile baş ucuna mezar taşı diktik. Başımız sağolsun. Şehirlerimizi kaybediyoruz. Şehirlerimiz, tabiatın tabii birer düşmanı oluyor. Osmanlı şehri dediklerinde bulunduğu araziye uyumlu, dik başlı olmayan, tabii şehirler akla gelirdi. Şimdi, şehrin en olmaz yerinde bitiyor birer çalı gibi, birer zakkum ağacı gibi, gökdelenler, AVM’ler. Yaşam alanları oluşturuyorlar ve satıyorlar değerinin 5-10 katına.
Şehirleşme, topraktan gelen insanın topraktan uzaklaşmasına sebep oluyor. Akıbetini düşünmesin diye kaçıyor her şeyden, yeni şehirleşme modellerinde. Hayat, ne ilginçtir, mezarlıklarda devam ediyor. Ağaçlar, kuşlar, böcekler kendilerine mezarlıklarda yer bulabiliyorlar artık. Ve her şeyi dışladığımız gibi, tabiatı da dışlıyoruz yaşam alanlarımızda. Hem ölümden kaçıyoruz, hem hayattan.
Gittiğimiz yol yol değil. Ters istikamette, ileri gittiğini zannediyor toplumumuz. Şehir, konut, insan, yaşam, tabiat, bina bizler için anlamsız birer kelimeye dönüştü. Suyun kenarında kurulmuş medeniyet, kirli suların etrafında eriyip bitiyor. Ve, ekmek kesmek, işini kolaylaştırmak için bıçak icat eden adamın, bu bıçakla adam öldürüldüğünü keşfetmesine benziyor hayatımız. Şehir bizi hayatta tutacakken biz onu hayatta tutan bir hale geldik ve elimizde birer silaha dönüştü.
Şehirlerle beraber eriyoruz. Ömrümüz şehrin keşmekeşinde eriyip bitiyor. Ve biz şehirleşmeye devam ediyoruz.